Quantcast
Channel: yaramı doldurdun ince tuzunan üstüne de biber ektin nazınan
Viewing all 107 articles
Browse latest View live

Osmanlı Belgelerinin Dili-Özel Mektuplar

$
0
0

Mübahat Kütükoğlu’nun Kubbealtı Neşriyatı tarafından basılan Osmanlı Belgelerinin Dili isimli kitabının 229. sayfasından alıntıdır:

Özel Mektublar

[...]

Bu çeşidli vesilelerle yazılan mektublar ile cevabları, hep belli kalıblara uygun olarak kaleme alınırlardı. XIX. yüzyılda kitâbet usûllerinde değişiklik meydana gelmiş ve yeni kalıblara göre yazılmağa başlanmıştır.

Oğuldan anneye: Şefkatlü, hakikatlü, sebeb-i terbiyye-i vücûdum vâlidem hazretleri

Anneden oğula: Nûr-ı bâsiret-i iftihârım oğlum efendi hazretleri

Babadan oğula: Kurre-i ayn-ı cihan-bînim, ciğer köşem oğlum efendi hazretleri

Eşler arasında: erkekden kadına İffetlü, ismetlü, muhabbetlü, harem-i muhteremim hanım hazretleri

Kadından erkeğe Bâis-i âsâyiş ü râhat cânım zevc-i hamîdet’ül hısalim efendi efendi hazretleri

Bu hitapların biraz daha sadeleşmiş hallerine 19. yüzyılın sonlarında rastlanıyor. Onlarada derli toplu, güzel bir örnek bulursam yazarım. Aklımda bir şunlar kalmış: iki gözüm, ciğer parem, sebeb-i mevcudiyetim…



Zeynep Hanım ile Yusuf Kâmil Paşa

$
0
0

Zeynep Hanım, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızıdır. Yusuf Kâmil Paşa sadrazamlığa kadar yükselmiş bir Osmanlı devlet adamı. Haklarında bilgi alabileceğimden emin olduğum en güzel kitaplarımdan çok uzak olduğumdan, internette haklarında okuduklarımla yetinmek zorundayım. Üstelik fotoğraflarını da bulamadım.

En yaygın inanış çocukları olmadığı için konaklarını bir doğum hastanesi olarak kullanılmak üzere miras bıraktıkları. Oysa diğer yandan, henüz hayattayken, bugün Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nin bulunduğu arsayı satın aldıkları ve hastane binasını yaptırdıkları da söyleniyor. Burada doğan her çocuğa Zeynep ve Kâmil isimlerinin göbek ismi olarak konulduğuna inanılıyor. Hala böyle mi bilmiyorum. Ekşi Sözlükte de eskiden doğan her çocuğun fotoğrafının çekildiğini ve dosyasına konulduğunu yazmışlar. Hiç duymamıştım bunu da. Hastanenin kendi web sitesinde kısa bir tarihçe sayfası da var.

İşin aslı nedir tam bilmemekle beraber Zeynep Hanım ile Kâmil Paşa’nın yaptıkları eşine az rastlanır türden bir hayır işi olduğu ortada. Kim oldukları artık hemen hiç bilinmezken, ümit ettikleri gibi isimleri yaşıyor. Mesela, otuz beş yıl önce bugün, bu hastanede doğan ben, Zeynep göbek ismini taşıyorum.


Siyah Beyaz Türk Filmlerim

$
0
0

Okulun kutuphanesinde birseyler yetistirmeye cabaladigim su saatlerde, isten kacmak icin degil, bu yaziyi yazmayi daha da bekletemeyecegimden yaziyorum.

Ah_güzel_istanbul_afişBir suredir (son on gundur) geceleri uyumadan evvel siyah beyaz Turk filmlerini izliyorum. Aslinda Istanbul’un eski hallerini gorebilmek icin basladi bu sevda. “Tanidigim bir yer cikacak mi, benzetecek miyim, o yer neresi anlayacak miyim? derken, esyalari seyretmeye basladim. “Koltuklar, kapilar, duvarda asili cerceveler, cercevenin icindeki resimler, masalar, telefonlar, cicekler, duvardaki takvimler” derken filmlerde oynayanlari seyretmeye basladim. “Sadri Alisik ne tuhaf, ne akil almaz derecede etkileyici bir aktormus, Hulusi Kentmen bir zamanlar gencmis, Ayhan Isik kabadayi rolu yapamiyormus” derken, konusmalar, ifade sekilleri dikkatimi cekti. Eve henuz gelen birini “safa geldiniz” diye karsilamalar, “bu kusagin esbabi mucibesi nedir?” diye sormalar, “bu bagcikli pabuclar hep kallestir, arkadan vururlar adami”ya gulmeler… derken en nihayetinde filmin kendisini hakkini vererek seyreder buldum kendimi. Yani, adet oldugu uzere kucuk gormeden, burun kivirmadan, begenmezlik etmeden; tam tersine, cok begenerek, ozlem cekerek, ait hissederek, cok mutlu olarak.  Ne buyuk yanilgi imis, bu filmlerde hep bildigimiz hikayelerin konu edildigini dusunmek, ayni kizin ayni adama kavusamayacagini sanmak. Hazine buldum sanki ben, cok seviniyorum.

(Yan taraftaki baglantilarin arasina, seyrettigim filmler hakkinda bilgiler koydum/koyacagim. Hep gozumun onunde olsunlar istiyorum. Rakamlar filmlerin seyredilme sirasina goredir).


Beni Bak biyo

$
0
0

Bir “arkadas”im yolladi bu siteyi. Sabahtan beri oku oku doyamadim:

“Dengizlici gonuşmeye sevennerin, “ne utancem gocu bubamın gonuşmasından” diyennerin buluşmu yeri olcek gari bura. Sen di bakıve biyocuk. eye ben di yazcem bura, benim di dengizlicem beg gadındır deyosan benibakbiyo@gmail.com adrasına haba ve sen di bizi gatıl.”

0d1b77c33f17447fd45203aab726d1


Kitaplar arasinda unutulanlar

$
0
0

sunlightBu siteyi simdi gordum: Forgotten Bookmarks Sitenin sahibi, kitaplar arasinda buldugu kagitlari, yapraklari, kartlari, mektuplari, ilanlari yayinliyor.

Yillar evvel evimdeki kitaplarin sayisini azaltmaya calisirken, o zamanlar 6 yasinda olan yegenim Zeynep’e, ona verdigim her kitabin icinde unutulmus bir sey olup olmadigini kontrol etme gorevi verdim. Buyuk zevk alarak yapti bu isi. Ilkokul birinci sinifa ait okul kimligimi, ortaokul pasolarimi, dedemin osmanlica yazdigi kucuk bir pusulayi, muhtelif sahiden de unutulmus fotograflari buldu. Her bulduguna buyuk bir ilgiyle baktik o gun. Zeynep’i ne kadar etkileyebilecegini dusunmeden soyle bir laf ettim ona o gun: “Sen cok sanslisin, cok ilginc seyler buldun bugun. Arkeolog olabilirsin belki, o zaman da topragin altindan cok ilginc seyler cikarirsin”. Bu dedigim Zeynep’i o kadar etkiledi ki, o an arkeolog olmaya karar verdi. Ustelik bu karari o kadar kesin ki, yillardir baska bir sey olmayi dusunmuyor. Fikrini de degistirmiyoruz. O gun Zeynep, ilginc nesneleri kendisine dogru ceken dogal bir yetenegi olduguna kanaat getirdi sayemde. Ben de cocuklarla konusurken bir kac defa dusunmek gerektigi konusunda son dersimi almis oldum.

Sitede yayinlanan kartlarin bazilari rahatsiz etti beni. Ilgincler ilginc olmasina ama, baska birinin ozel hayatinin, hissiyatinin boyle ulu orta yayinlaniyor olmasi fikri rahatsiz edici. Sorsan o kisiye belki izin vermeyecek! Bu ayrintilari kolayca yok sayiyor insanoglu ilginclik ugruna. O insandan izin alma imkani ortadan kalktigi icin, bir anda hersey kullanilabilir oluyor. Oyle mi bilemiyorum!


Yaban

$
0
0

Bruce Clark aslinda bir gazateci. 1924′te Yunanistan ve Turkiye hukumetleri arasindan yapilan Nufus Mubadelesi ile ilgili (galiba) cok guzel bir kitap yazmis: Twice a Stranger, The Mass Expulsions that Forged Modern Greece and Turkey.  Kitabin daha ilk sayfalarini okuyorum, o sebepten “galiba” diyorum, okudugum yere kadar guzeldi.

Kitap soyle bir metinle aciliyor, siir gibi yazilmis, ama degil de tam. Kitaptaki satir duzenlemesiyle, aynen alintiliyorum:

Gec kaldik anilari kaybetmeye
o ilk malzeme yitti gitti
ilk mubadiller goturduler anilarini
oysa onlar hemen kaydedilmeliydi
uzerinden seksen yil gectikten sonra
ani savaslari
her turlu manipulasyona acik
Mubadeleyle ilgili her metnin ozu ayni:
“Yerinde dogup yabanda kocamak”
iki yerde de yabanci olmak

Profesor Ayse Lahur Kirtunc demis bunlari (kitapta mubadillerin cocuklari, torunlariyla  gorusmeler de yer aliyor). Metnin Ingilizcesi de var hemen altinda. Orada “yabanda kocamak” cevrilememis. “Birth in one place, growing old in another place” diyor. Halbuki “yaban” kelimesinin cagristirdiklari cok derin, anlamli, dokunakli geliyor bana.

Dedesi Selanik’ten Istanbul’a bu mubadele sirasinda gelmis biri olarak, gelip benimle gorusme yapsaydi yazar, neredeyse butun hayatimi sekillendiren, en nihayetinde beni bu yasimda buralara surukleyen/savuran ic sesi anlatirdim. O ic ses/sesler yuzunden bu kitap cok heyecan veriyor bana simdi. Oysa Turkiye’de dergide calistigim yillar boyunca mubadeleyle ilgili pek cok makalenin yayinlanmasi icin calismisligim oldu. Sanirim aradaki fark, en nihayetinde benim o ic ses dedigim seyin pesinden gitmis, ona odaklanmis olmam.

(Bu Turkce karakter meselesi sevimsiz oluyor cok. Bilgisayarimi masanin ustunden yere dusurdum, calismaz oldu, tamir ettiremedim henuz, o sebepten okul kutuphanesinden ancak bu kadar, boyle yazabiliyorum. Kusuruma bakmayin).


Mutfak

$
0
0

Bu fotografi bir “arkadas”im cekti, ama ictenlikle haset ederek “keske ben cekseydim” diyorum her baktigimda. Artik kullanilmayan bir ciftligin mutfagindan bu kare. Ciftlik tumuyle muze haline getirilmis. Bu karenin bende cagristirdiklarini anlatmaya calisacaktim, ama simdi yazarken fark ettim ki, beceremeyecegim galiba. Butun cocuklugum, annemin isbilir elleri, aksamustu uykulari, babamin uzaklardan gelisi hep.


Hoca İsmail

$
0
0

Aşağıdaki yazı, 1950′lerde İstanbul Üniversitesi’nde çalışmış Alman Oryantalist Helmutt Ritter’in bir makalesinden başlangıcı. Makalenin adı: ”Autographs in Turkish Libraries”. Oriens isimli bir dergide 1953′te yayınlanmış. Merak edip okumaya girişenler, çok sevecekler bunu, çok eminim:

“Some years ago I made up my mind to ascertain how many manuscripts there are in the libraries of Istanbul. I walked from library to library and bade the librarians to give me the exact official numbers of the manuscripts entrusted to their care. They did, and after I had finished with all the libraries, I added up the figures given to by the librarians. The total sum was about I24,000. This is an enormous figure. No capital in the East nor the West can boast to preserve such an amount of manuscripts. Istanbul is the first center of Arabic, Persian and Turkish manuscripts in the world, and it is one of the incontestable merits of the Turkish conquerors of Constantinople to have saved these rich treasures of Islamic Culture in their new capital from destruction and dispersion. The history of the individual libraries of Stambul remains to be written. Most of them are pious foundations of the sultans, of vezirs, secretaries of state, shaikhulislams and others. The selection made by these great collectors proves in many cases that they were possessed of a remarkably high standard of connoisseurship and scholarship. One of the higly learned collectors of manuscripts in modern Turkey was our late friend Hoja Ismail, librarian of the Umumi Library at Bayezid Square. He was the best Arabic scholar of Turkey, and I also often would ask him questions on learned subjects and profit very much from his vast erudition. Unfortunately, it was not always easy to approach him, for he would always be surrounded by a flock of cats, which he loved tenderly. They would be sitting on his lap, his shoulders, his arms, on the heaps of manuscripts around him, shortly everywhere, and their presence was to him of vital importance in the same degree as books, scholarship and everything else. We used to call him “the Abil Huraira of his time”. He was one of the original types who are more and more dying out, both in Europe and in the East. He never allowed himself to be photographed. Once, however, I succeeded to get a snap-shot of him, while he had plunged into an Arabic manuscript. (As a matter of * A paper read to a group of Orientalists at Oxford and Cambridge in May 1950. Hellmut Ritter fact, he would very rarely condescend to read printed stuff. He would say: “If a book is printed, there remains no flavour in it any more.”) After his death, the photograph I had made was enlarged and put into the introduction to the new edition of Hajl Khalfa’s Kashf az- Zunfin. Hoja Ismail never wrote a book. But he would dictate whole books to other scholars, and so many books are said to have been published under the pretended authors’ names, the actual author being Hoja Ismail Efendi. Now, this man had been collecting books and manuscripts for about forty years. This was rather easy for him, for everybody, who had inherited Arabic or Persian books from his fathers and did not know, what to do with them, would carry the books to the Umumi-Library and show them to the learned hoja of the cats. Thus he had been able to accumulate tremendous treasures of books, which he would very seldom show to other people. In his lifetime, I saw perhaps five or six specimens of his collection. Most of his books were stored in an unused old oven. After his death, the Government purchased his library and asked a committee of scholars and librarians to make something like a handlist of it. The books were taken out of the oven, registered and counted. Their number amounted to 28,000, among them about 13,000 manuscripts. They are now kept in the Library of the Faculty of Languages, History and Geography in Ankara. I succeeded in taking photographs of some of them. Sometimes, before putting a manuscript beneath the lense, I had to shake out the flour, which had got into it during its stay in the oven…”



Sana Lâyık Değilim

$
0
0

Sana Lâyık Değilim Osman F. Seden’in 1966′da çektiği filmlerden biri. Başrollerde Sadri Alışık, Türkân Şoray, Gülbin Eray ve Önder Somer var. Aşağıda okuyacaklarınızı Sadri Alışık, Vahi Öz’e anlatıyor filmde, bir yandan rakı içiyorlar. Ekrem denilen kişi Osman karakterinin, yani Sadri Alışık’ın kardeşi. Bu filmin hepsi youtube’ta var, yalnız, bu kısmın dizilmiş hali sanmam ki herhangi bir yerde olsun. “Türkân aşkı buymuş demek” demiştim ilk seyrettiğimde. Başka hiç yolu yok, ya senarist, ya da her kimse bunu yazan, mutlaka o da aşıkmış Türkân’a. Çok muhteşem buraya yazdıklarım, filmin devamı da sürprizlerle dolu. Buyrun başlıyoruz:

-Yapılır mı abi, o kıza yapılır mı? Herşeyini ona borçlu be.

-Bilmez miyim eski halinizi ben. Ta şu kadardan tanırım ikinizi de.

-Ohoo bitaneydik o zamanlar be! Varsa yoksa Osman abisi. Analık, babalık, kardeşlik, hocalık, ne varsa benden gördü be! Anamdan babamdan kalan tek yadigâr. Yani üstüne titrerdim, sen de bilirsin. Hani Tonoz’un orda Hüsnü var ya, onun taksilerinde çalışırdık, koy oğlum. Ben gündüzcü, o gececi. Ee neme lazım eli açık adamdı Hüsnü. Birgün böyle yalvardım, Ekrem’in de altına bir araba çekti, tamam mı?

İşin altın devri o zamanlar, biz de hızlıyız ha. Korsanlık yok. Otel önü, Galata Rıhtımı hepsi bizde. Ne kadar seyahat şirketi varsa çivilemişiz. Kemiğin yağlısı önce bize düşüyor. Allah inandırsın, gün oluyor yevmiye yüzü buluyor.

Biz de önce façaları düzelttik diyorum yani ha. Hani tanımayan biri görse o sosyete Teomanlarından Erdinçlerinden biri zannedecek iyi mi? E ne de olsa gençlik, delilik, sonra bekârız da. Bir gün “Ali Efendi Dayı çağrıyor” dediler. Bizim pederle silah arkadaşıydı, yani beni de tanır ve sever yani, sizden iyi olmasın. Kızı Türkân acele Ankara’ya gidecekmiş bu imtihan davasına. Türkân dediğini de çocukken tanırım yani. “Bak hele” dedim “ya ne çabuk geçiyor zaman”. “Sana emanet” dedi Ali Efendi Dayı. Ya lafı mı olur emanet kız tabi ya.

Bir de baktım Türkân hii ay parçası gibi nutuk tutuldu böyle. Hani heykel olmuşum heykel, ev eşyası gibi kalmışım. “Kız ya sen bu kadardın” dedik demedik, atladık arabaya doğru. İki laf ettik baktım ağzından bal akıyor, yav yok böyle şey be. Hani o yolları, o Bolu Dağlarını geçtik mi, uçtuk mu nimete kör bakayım hatırlamıyorum ha. Ya beş saatte girmişim Ankara’ya. Sonra kız emanet ya gece attım iskemleyi kapısının önüne, iki paket de cigara, sabaha kadar oturdum iyi mi?

Ertesi gün verdi imtihanı atladı arabaya. Yav kız değil afet be. Hani giderken uçuyoduk ya, dönüşte kaplumbağa. Böyle otuz kırk kilometro diyorum. “Niye?” diye sordu birkaç kere, “bozuk mozuk” dedik, yersen tabi. Yol bitecek diye ölüyorum abi. Sonra bitti o yollar iyi mi? Kasımpaşaya geldik, elimi sıktı, “gene görüşelim” dedi, “teşekkür ederim, senin kadar tatlı, iyi bir insan görmedim” dedi. Böyle içimden bir şey aktı kalbime oturdu kurşun gibi. Sonra elini salladı. Allah kahretsin yani erkeklik olmasa ağlayacağım be. Üç, beş gün gelemedim kendime. Ya buram yanıyor abi, nah, direksiyon, yol, taş, viraj… Ya trafik memurunu Türkân görüyorum iyi mi? Sebepsiz yere doluyor gözlerim. Ne yemek, ne içmek. Durup dururken bir ağlama. Ölüyorum be!

“Noluyosun?” dedi Ekrem. “Hiç” dedim ama ısrar etse de anlatsam diye içim gidiyor. Sonra baktım üstelemedi, ben kendiliğmden döküldüm. Yani ihtiyaç abi anlarsın. “Bana bak” dedi Ekrem, “sen kim, o kim”. “Babasının yanında yirmi tane Osman çalışıyor” dedi, “kapısında on kişi nöbette” dedi. Ben de “onbirinci olurum” dedim yattım nöbete iyi mi?

Evden adımını atıyor atmıyor dışarı şak açıyorum arabanın kapısını Önce hık mık etti ama sonunda alıştı ha. Beni görür görmez vallahi yani böyle ışık ışık parlıyor gözleri öl desin öleyim abi, anlatılmaz ki abi anlatılmaz ki. Efendilik, güzellik, nezaket, alçakgönüllülük. Ya kağıt helvası yiyor abi var mı böyle şey. Ne istersen onda ha. Ali Efendi Dayı’ya bahsetmiş benden bir gün, “babam seninle görüşmek istiyor” dedi. Böyle kalbim ayağımın dibine yuvarlandı ölüyorum zannettim. “İster misin?” dedim, hani olacak şey değil ama, ne demişler ümit fakirin ekmeği ye memet ye.

Böyle çarpa çarpa ettik sabahı, şak damladım oraya. Ondan sonracıma böyle baktı baktı, sonra çıkardı otuz bin lira attı önüme, “araba al kendine” dedi, “yavaş yavaş ödersin bana” iyi mi? Ya ben onun arabasında değilim, kapıldım mı bir ümide. “Beni beğendi” diyorum Allahım. Yani bir ara kapansam ayağına, “ölüyorum” desem, “ölüyorum Türkan’a” be. “Ya acıyın bana, bütün ömrümü” desem, “yani onu mesut etmekle, çalışmakla, sevmekle desem” yani böyle yani, Allah be!

“Hadi be” dedi Ekrem, “bakalım kız seni ister mi?” Ama ben kafama koydum açılıcam kıza. Geçtim aynanın önüne abi, saatlerce talim ediyorum. Bütün fiyakalı lafları yazmışım romanlardan Hani Nerime Kadir, Mahmut Mesat Bozkurt, hepsini ezberlemişim. Tam gidicem geldi mi askerden bir celp. Ne o bilmem kırk beş günlük tekamül kursu varmış. Kurs takar mı aşkı maşkı. Hadi ben cihet-i askeriyeye.

Arabayı bıraktım Ekrem’e, “oğlum göz kulak ol şuna” dedi, ama tam aldım bavulu “Ali Efendi çağrıyor” dediler, haber geldi. Tabi ben de ne yapayım, çaresiz Ekrem’i götürdüm, “kardeşimdir” dedim, “hani ben ne isem o da odur” dedim, “namusludur” dedim. E tabi biz böyle vasiyet edince yani “kardeşim” falan deyince akan sular durdu tabi.

Fakat abi asker ocağında vakit nasıl geçti ne oldu bilmiyorum, hatırlarsam ölünü göreyim. Yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum ne

oluyor bilmiyorum abi. Sonra bir üsteğmenimiz vardı yani sizden iyi olmasın, erkek mi erkek yani. Bir gün böyle dalıp gitmişim elimde de Türkân’ın resmi.Üsteğmen geldi, resmi aldı elimden, baktı baktı, sonra böyle yani bir tuhaf oldu çocuk. Böyle durdu durdu, sonra dedi ki bana “oğlum” dedi “erkek adam ağlar mı be ağlar mı erkek adam?” Ben de tabi “üsteğmenim” dedim “ağlar da sızlar da bu ne davadır bilirsin” dedim, tabi o çocuk da bir kalp taşıyor yani, resmi verdi, kendi gitti, benim askerlik de bitti zaten.

Tak ben hemen kahveye. “Merhaba, Ekrem nerde?” filan dedim, herkes kendi dalgasında. “Yav Ekrem, yoksa?” dedim “arabaya mı bir şey oldu, yoksa Ekrem’e mi bir şey oldu?” “Valla birşeyi yok abi” dediler. “Yani uğramaz oldu” dedi kahveci iyi mi? Baktım pis Feriıdun kıskıs gülüyor. “Ulan sen herşeyi biliyorsun” dedim, yapıştım yakasına. Arkadan birisi “dur” dedi ve elime bir davetiye sıkıştırdı: “Oğlumuz Ekrem Gürbüz ile kızımız Türkan Selman’ın bilmemne tarihinde Kasımpaşa Ünsal aile salonunda nişan nişan…” Birden buğulandı etraf, hiçbir şey göremez oldum. Sesler şekiler karıştı, su serpmişler suratıma. Böyle kahvecinin otomobilin anahtarını uzattığını gördüm. “Ekrem bırakıp gitti” dedi. “Hiçbir şey söylemedi mi?” dedim. Söylememiş, sadece çekmiş, gitmiş.

Haftası geçti geçmedi kaybettik Ali Efendi Dayı’yı. Toprağa verildiği gün gördüm ikisini de. Türkân boynuna sarılmış ağlıyordu. O yüzüme bile bakamadı kaçırdı hep gözlerini. Bir an göz göze geldik, yandaki kahveyi işaret ettim.. Çektim insanın kıt allahın bol yerine, ellerime kapanacak oldu, tükürdüm suratına, “yapma” dedi köpek gibi yalvardı, acıdım. “Ulan birşey istemem senden, sadece iyi bak ona” dedim. “Bir incittiğini göreyim kardeşim demem gebertirim” dedim, vurdum vurdum vurdum.

Sonra, sonra kız kaldı mı sana kimsesiz. O senenin Mart’ına evleneceklerdi. Önce çarşıdaki dükkânları sattırdı biçareye, sonra Piyale’deki evleri, daha sonra babadan kalma köşkü. Kız kira evine çıktı. Düğün için yaptırdığı elbiseyi sandığa kaldırdı. Ne yapsın? Bugün tapu, yarın garaj, öbürgün arabalar, belediye, otobüsler, gene garaj garaj… Uyuta uyuta bu hale getirdi kızı…”


Mahmut Makal

$
0
0

Bu bloga ne yazacağımı uzun uzun düşünüyorum, kendimce seçici davranmaya gayret ediyorum. Mahmut Makal’ın kitaplarının her bir satırını buraya aynen alıntılayabilirim. Kafamdaki “ne güzel şey” tanımına çok etkileyici bir şekilde uyuyor onun yazdıkları.

Mahmut Makal, henüz 17 yaşındayken Nurgüz isimli bir köyde öğretmenlik yapmaya başlamış, 1940′ların sonunda. Kendisi de Aksaray’ın Demirci köyünde büyümüş birisi. İvriz Köy Enstitüsü’nde eğitim almış. Nurgüz’de gördüklerini edebi bir dille anlattığı ilk kitabı Bizim Köy 1950′de Varlık Yayınları tarafından basılmış. Kimine göre kitap deprem, kimine göre atom bombası etkisi yaratmış ülkede. O güne dek CHP tarafından çizilmeye çalışılan kusursuz Anadolu köyü imgesini yerle bir etmiş kitap. “Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu” temalı şarkılarda, şiirlerde anlatılanlardan bambaşka bir Anadolu köyü anlatmış Makal. Komunizm propagandası yapmak suçlamasıyla tutuklanmış, kısa süre içinde serbest bırakılmış, Anadolu köyünü anlattığı kitaplarını ömrü boyunca yazmaya devam etmiş.

Mahmut Makal’ın kitapları Türkiye’de köy, köycülük ile ilgili çalışanların eline illa bir değiyor, benim için de böyle oldu. Fakat ateşe değmek gibi yazdıklarını okumak. Sanırım zamanında pek çok kişinin de hissettiği buydu aslında. Memleketin Sahipleri kitabını okuyorum şimdi. Anlattığı bazı şeyler batıl inançlar hakkında bir fikri olduğunu zanneden ben gibi biri için bile çok afallatıcı. Elinize geçerse bu kitapları okuyun, okutun. Makal hakkında yazmaya devam edeceğim. Bunu sadece giriş yazısı olarak yazdım şimdilik.


Nurgüz

$
0
0

Nurgüz Aksaray iline bağlı bir köy. Diğer yandan Mahmut Makal’ın öğretmenliğe başladığı ve Bizim Köy isimli kitabında anlattığı köy Nurgüz. Nisan 2010′da Aksaray Belediye Meclisinin aldığı bir karara göre, dağlık bölgede yer alması ve ulaşımda güçlük yaşanması nedeniyle köyün alana taşınmasına karar verilmiş. Haberin metni burada. Nurgüz bir anlamda tarihe karışmış olacak böylece. (Bunu “güzel bir şey” olarak sunamıyorum)


Mamıdefendi

$
0
0

Bir Mahmut Makal tutturmuş gidiyorsun diye başıma kakmaya niyetli okuyucuya fırsat vermeden, derhal diyeceklerime geçiyorum (sonra yine konuşalım).

Memleketin Sahipleri‘ni okudum ilk, burada gördüm “sınangılı yerler” diyor köylüler, “denenmiş yerler” yani. Buralarda kesin olarak cinler yaşıyor. Makal “Allahın başka yarattıkları neyse ne, yeryüzünün iki kıdemli ortağı var: Cinler ve insanlar”(s. 56), “Çocuklara sınangılı yerlerde olup bitenleri her vakit anlatıp durdukları için anaları, büyüyünce durumu olduğu gibi kabul edip bu toprakların kendilerinden önce başka sahiplerinin de bulunduğuna inanırlar” diyor (s.9).

Bir dizi olayı anlatırken “bunlar yanadursun çok kulplu dertlerine” diye geçiyor laftan lafa Makal. “Vah diyeceksiniz ama tavşan yamacı geçecek, kırk öğütten bir serencam iyidir” diyor köylüler kitaplarında Makal’ın. “Baharın çepelli günleri, paçaları çemreli…” diyor Makal. Sonra bayram günlerinde neden güzel giyinmek gerektiğini açıklarken “Bayram dolayısıyla mezarlığın toprağı cam gibi olurmuş. Gözü perdeli olan bizler bu değişikliği göremeyiz. Toprak cam gibi olunca yatan ölüler gelenleri seyrederlermiş. Kılık kıyafet bozuk olursa ‘lan geride bıraktıklarımız perişan’ diye üzülürlermiş” diyor (s.27).

Avarın bozulması, bozuntu zamanı, kulağasma, gömgök gövermek, kayırlık, korcalak, şalak, ısnayın günü, şinik, tefek, öteygün, sormuk, çikil, ocak olmak, kımçıtmak, haylamak, ehnezik, yancak, kön, cülük, gıvalak, üşüngünnük, hamaylı, çımkırtmak… bu kelimelerin hiçbirini duymamıştım, nereden duyup, bileceğim hem? Sonra Makal “yaşamın ne tadı varsa güneş yüzündendir, ay yoksulların lambasıdır” diyor. “Yaşamımız ne kadar durgun, düşünce ve yoksulluk içindeyse, besinlerimiz de o kadar basit ve sayılı” diye anlatıyor köydeki yoksulluğu Bizim Köy‘de (s.23). Nurgüz’ün yaman kış aylarında ısınmaya nasıl çabaladıklarını anlatırken,  ”Soba ve bu bölgenin bazı köylerinde olduğu gibi, tandır yok. Yalnız ocak; toplan başına, islen de islen. Önün kavurga kavursun, arkan harman savursun” diyor (s.18).

Bu örnekleri çok çok kitaplarında. Ben sanki bilmediğim, bir tuhaf alemin kapısında belirivedim, heyecandan içeri de giremiyorum, öyle kalakaldım kapıda. Şimdiye dek az olmayan sayıda halk bilimi çalışması okudum, ama hiçbir bilimsel derleme, çalışma Mahmut Makal’ın yarattığı etkiyi yaratmadı bende. Zaten böyle hisseden bir ben de değilim. Kitap ilk yayınlandığında en bildiğimiz isimleri zamanın, ne demiş burada buldum.

Makal hakkında okumalar yaparken anladığım kadarıyla hiç yayınlanmamış bir teze rastladım. Fay Kirby Berkes tarafından, Columbia Üniversitesi’nde doktora çalışması olarak yapılmış ve 1960′ta tamamlanmış. Tez aslında köy enstitüleri üzerine. Bizim Köy ile ilgili nispeten kısa bölümünde yazar linguistik açıdan Makal’ın kullandığı dilin şehirli entelektüeller üzerinde kurduğu hakimiyetten bahsediyor. Fay Kirby Berkes’in bu dediğini o kadar önemsiyorum ki, ömrümün kalan kısmında bunun ardından gidebilirim, hiç ardıma dönüp bakmam, şimdiye dek ne yaptıysam hatırlamam bile.

Memleketin Sahipleri ve Bizim Köy’ün Literatür Yayıncılık tarafından yayınlanan baskılarını kullandım bu yazıda. Fay Kirby Berkes’in tezine Bilkent Üniversitesi tez kataloglarından ulaşılabiliyor. Radikal’de yayınlanan “O Köy Bizim Köyümüzdü” haberi ne sebeple yapılmış tam anlayamadım, sanırım Literatür Yayıncılık’ın kitapları yeniden basacak olması sebebiyle. Ne olursa olsun, kaynaklara ulaşamaz bir haldeyken ben, derdime derman oldu.

Yazan: Müsemma


Reha İsvan

1950′nin “İstanbul Geceleri”

$
0
0

İstanbul Geceleri 1950′de çevrilmiş bir film. Başrollerinde Vahi Öz ve Ziya Keskiner, biri şişmanca, diğeri zayıf, biri akıllıca, diğeri biraz daha saf  iki arkadaşı oynuyorlar. Bu halleriyle Laurel ve Hardy tiplemelerine bir gönderme var gibi geliyor bana, ama emin olamıyorum. Bu filmin en ilgi çekici yanı hikâyesi değil, pekala bir belgesel olması. 1950′nin İstanbul gecelerinde olup bitenler konulu, nefis bir belgesel.

Filmin başında müzik idaresini Kadri Şençalar’ın yaptığını öğreniyoruz. Onun hemen ardından anılan isimler şöyle: Müzeyyen Senar Işıl, Hamiyet Yüceses, Mustafa Çağlar, Aziz Şenses, Abdullah Yüce, Ahmet Üstün, Coşkun Kardeşler, Hakkı Derman, Şerif İçli, Selahattin Pınar, İsmail Şençalar, Şükrü Tunar, Aleko Bacanos, Rüçhan Çamay, Zıt Kardeşler, Seska Akses, Jak Balesi. Filmin sadece müzikleri için bu kadar çok ve meşhur ismin anılmasından aslında değişik bir durumun olacağı aşikârmış, ben de buraya yazınca anlıyorum. Bazılarının ne denli meşhur olduklarını bilemiyorum aslında ben, en bilinenleri tanıyorum. Belki bu yazıyı okuyanlar diğerleri hakkında da bilgi verebilir, verseler ne güzel olur.

Film, Anadolu’nun bilinmeyen bir şehrinden İstanbul’a yanlışlıkla gelen iki zengin köylü arkadaşın İstanbul’daki maceralarını anlatıyor. Paraları bol olduğu için ve yanlarında kaldıkları güya üvey kardeşleri bunları dolandırmaya çalıştığından muhtelif eğlence yerlerinde geçiriyorlar vakitlerini. Filmin belgesel kısmı burası. Bütün bu eğlence yerlerine gidildiğinde filmin hikâyesinde bir ilerleme olmuyor. Masalarında oturmuş yeyip içerlerken sahneye birtakım şarkıcılar çıkıyor ve biz de onlarla beraber Hamiyet Yüceses’i, Müzeyyan Senar Işıl’ı, Abdullah Yüce’yi, Rüçhan Çamay’ı ve diğerlerini sahneden izliyoruz. Üstelik hemen hepsi, ikişer şarkı söylüyor. Bu şarkıların muhtelif kayıtları günümüze ulaşmııştır eminim, ama sahnedeki halleriyle görmek yine de bambaşka. İçlerinde bugüne ulaşmadığından neredeyse emin olduğum biri çok ilginç. Zıt Kardeşler isimli ikili sahnede muhtelif komiklikler yapıyorlar. Biri şişman diğeri zayıf iki adam bunlar, gerçekten kardeşler mi bilmiyorum, ancak Türkiye’de daha sonraları stand up tabir edilecek olan gösterilerin ilk örneklerinden olmalılar. Vaktiniz varsa filmi izleyin, hikâyede pek bir şey yok, ama bütün bu anlattıklarım izlenmeye ziyadesiyle değer.

Filmin en başında “And Film, Vahi Öz ve Ziya Keskiner’i İstanbul Geceleri filminde sunar” deniyor, hemen ardından aşağıya alıntıladığım yazıyı okuyoruz. Bu da artık hemen kimsenin yapmadığı bir şey, değil mi?

Filmin Künyesi

And Film
Vahi Öz Ziya Keskiner başrollerde
Diğer rollerde Nimet Tanrıöver, Ayçe Selika, Osman Alyanak, Zenne Necdet, Sadri Alışık
Operatör: Necmi Ar
Senkron: D. Filmeridis (Diamandi bu kişinin adı, başka yüzlerce filmde emeği var.)
Developman: Turgut Önal
Eşya: Necdet İnce
Ses: Yorgo İliadis
Filmi Derleyen: Orhan Atadeniz
Negatif Montaj: Marko Buduris
İstanbul ve Ses Stüdyolarında hazırlanmıştır.
Film Amili: Turgut Demirağ
Film Direktörü: Mehmet Muhtar

Son dakika eklentisi pek adil olmayacak ama filmi, diğer pek çok film gibi Youtube’ta izlemek mümkün. Sağolsun Sedat sorunca, bu yazıda bundan bahsetmediğimi fark ettim. Onun yorumu bu eklentiden daha önce yapıldı.

Yazan: Müsemma

 


Rıfat Telgezer

$
0
0

Tel üzerinde gayet rahat yürüyor, koyun kesiyor ve nihayet… tabuta giriyor
Ulus, 19 Ağustos 1939

Ben bir canbaz seyrettim.

“Canbaz” kelimesini yazarken biraz durakladım. Bizim; hilesinden, hurdasından bizar olduğumuz kimseler hakkında kullandığımız “ne canbaz adam, at canbazı” sözlerini hatırladım. Bı sıfat bana, biraz hakaret kokulu gibi geldi. Fakat, başka ne diyebilirdim? Acaba “teldegezen” desem daha münasip olmaz mı, diye düşünürken aklıma Rıfat’ın soyadı da geldi. Rıfat Telgezer…
Hem neye endişe ediyorum ki? Bu sempatik çocukla konuşurken kendisi bana:
-Ben canbazım, dememiş miydi ve ilâve etmemiş miydi:
-En iyi canbazlar Adana’dan yetişir, ben de oralıyım. Ustalarım da hep Çukurovalı’dır.
Hattâ ben bu cesurane iddiayı duyunca, bu yolda adı çıkmış bir başka vilâyetimizi hatırlamış ve hukukuna tecavüz olunan bu vilâyet halkı namına münakaşaya bile kalkışmıştım:
-Ya, ……liler, onlar daha üstün değil midirler, diye sormuştum.
Rıfat Telgezer: -Hayır, demişti, onların canbazlıkları alış veriş üstünedir, telde gezemezler, benim gibi türlü marifetler gösteremezler. İçinizde belki canbaz seyredenler olmuştur. Hattâ, bu yazıyı okuyanların içinde belki canbazlar bile vardır. Fakat, doğrusu bu ya, ben bugüne kadar Rıfat kadar marifetli ve işinin ustası bir sanatkâra rast gelmemiştim. Bir kaç sene evel bir kere Ferah tiyatrosunda iri kıyım bir “telde gezen”i seyretmiştim ama onun da o gün başı mı dönmüş, gözü mü kararmıştı. Tellerde gezip tozarken bir aralık koskoca vücudiyle boşlukta prendeler attığını ve altta gerili fileye yuvarlandığını görmüştük. Tabiî skandal olmuştu. Halk gülmüştü. Benim bahsettiğim canbazı seyrederken yüreklerimiz ağzımıza geliyordu; biz korkuyorduk, gülmek şu yanda dursun nefes almayı bile unutmuştuk. Hem bu sanatkâra gülünmez, ancak alkışlanırdı. Nasıl oldu anlatayım size birlikte seyretmiş olalım.

Bir kaç gün evel, bir arkadaşım telefon etti:
-Bu gece işin yoksa, dedi, seninle güzel bir yere gidebiliriz. Hava almak, dinlenmek için birebir…. Benim canıma minnetti: -Hay, hay. dedim ve “Neresi burası?” diye sordum. Arkadaşım söylemedi. Gidince görürsün, dedi ve telefonu kapadı. Cebeci otobüsüne binmiştik. Ben gideceğimiz yeri tahmin etmeğe çalışıyordum, arkadaşım söylememekte inat ediyordu. Nihayet bir yerde otobüsten indik. Etrafıma bakındım, cadde çok kalabalıktı. Askeri hastaneye çıkan yolda bir aşağı bir yukarı dolaşanların, gece vakti mühim işler peşinde koşuyorlarmış gibi sağa sola vurunup çalınanların haddi hesabı yoktu. Ben görmiyeli buraların çok değişmiş olduğunu anlıyordum. Arkadaşım:


-Geldik, dedi ve karşıda renkli, ışıklı büyük bir kapıya doğru yürümeğe başladı. Büyük bir bahçeye girmiştik. Ne güzel, ne şirin, üstelik ne serin yerdi. Pek kalabalıktı, iğne atılsa ya zengin bir masanın üstüne, ya çiçekli bir şapkaya veya bir saç kümesine düşecekti. Bu ağaçlar ne zaman dikilmiş, ne zaman büyütülmüş, ne zaman bu orman haline getirilmişti.

Bir köşecikte bir masacık bulduk. Lâstik kâğıtlarla, renkli kâğıt fenerlerle süslenmiş bir sahnecikte alaturka ince saz takımı “icrayı ahenk” ediyordu. İki bayan, ara sıra biribirileriyle şakalaşarak, kâh teker teker, kâh birlikte şarkılar söylüyorlar; halk bunları dinliyor, alkışlıyor, bazan da pek beğendiği parçaları tekrar ettiriyordu. O sırada âşina bir çehreye rastladık: İsmail Hakkı…Tanıyacaksınız, meşhur büfeci İsmail; büyük seyahatlerde büfe alır, düğünlerde büfe kurar, gazinolar işletir… Cerzebeli bir çocuktur:
-Hoş geldiniz, dedi, siz buralara da uğrar mıydınız? Allah allah ev sahibi gibi konuşuyordu. “Sen necisin” diye sorduk. Ve öğrendik ki Ankara’nın kenar semtindeki bu güzel yer İsmail’inmiş, âlâ… Kimin olursa olsun, biz oturacak bir yer bulduk ya…

-Çok isabetli bir zamanda geldiniz, dedi İsmail, bir canbazım var. Akla gelmedik marifetler yapıyor. Birazdan bu akşamki numaralarına başlıyacak buyurun, seyredin.
-Numaralarını nerede yapıyor, diye sorduk. İsmail, bahçenin bir kenarında ikinci bir kapı daha gösterdi.
-Sinema kısmında, dedi, orası da yazlık sinemadır, sahnesi de geniştir. Aman ne teşkilâtlı yermiş burası? Karıştırdıkça bir marifetli köşe daha buluyoruz. Ben bu canbaz işiyle alâkalandım. Gazetecilik damarı tuttu:
-Bu çocuk yakınlarda mı, kendisiyle konuşabilir miyim, diye sordum.
Beş dakika sonra masanın yanında orta boylu, sağlam yapılı, zeki bakışlı bir genç peydahlandı:
-Ben canbaz Rıfat Telgezer, dedi…..

Pek sempatik bir çocuktu. Konuşmağa başladık. Adanlı imiş, yedi sekiz senedenberi bu meslekte çalışıyormuş. Evliymiş bir de küçük çocuğu varmış ve hepsi birlikte dolaşıyorlarmış.
-Telde gezerken heyecan duymuyor musun, diye sordum.
-Siz yazı yazarken ne kadar heyecanlanıyorsanız ben de o kadar… dedi.
-Çocuğun kaç yaşında?
-Dörde basacak…
-Onu da telde gezdirmeğe alıştıracak mısın?
Rıfat biraz düşünür gibi oldu:
-Hiç niyetim yok, dedi, pek eziyetli bir meslek…
-Ama adanalı delikanlı istediği kadar yetiştirmesin, çocuk kendiliğinden pişiyor.
Rıfat saatine baktı:
-Benim vaktim gelmiş, koşup hazırlanayım, dedi, ve sıçradı, gitti. Biz de arkasından…
Küçük, sahne numaralarını pek tafsil tmek niyetinde değilim. Daha büyüklerini gördükten sonra dört bira şişesinin üstünde bir masa, üstüne tekrar dört şişe, onun üstüne tekrar bir masa, onun üstüne bir, iki iskemle koyup, en yukarıdaki sandalyenin üstünde jimnastik yapmak gibi oyunlar insana küçük işlermiş gibi geliyor. Fakat sağlam yerdeki
bir masanın üstüne çıkmak teklif olunsa kaçımız buna cesaret ederiz, o da ap ayrı bir hikâyedir. Sahnede iki de yardakcı, yamak var. Besbelli ki henüz talebedirler.

Rıfat işini bitirdikten sonra onlar da güya ayni numarayı yapmak istiyor, fakat berikinin marifetini büyültmek için kasden yere yuvarlanıyor, hattâ kendilerini paldır güldür tahtaların üstüne atıyorlar, bunlar da güldürmek için… Derken havaya, iki direğin arasına bir tel gerildi. Evelce seyretmiş olan biribirilerine:
-Şimdi çıkacak, bu tellerin üstünde dolaşacak, diye malûmat satıyorlardı. Tele önceden bir numaralı yamak çıktı:
-Ben de yapoorum diye şaklabanlıklarla öte başa kadar gitti. Elindeki uzun çubukla muvazenesini temin ediyor ve dediği gibi hakikaten yapıyordu. Fakat biraz sonra ustayı seyrettikten sonra yamağın henüz epey acemi olduğunu iyiden iyiye anladık. Direğin dibindekilerden biri:
-Geliyor, işte, çıkacak, diye bağırdı. Rıfat sırığile geliyordu. Mail telin kenarında fazla durmadı, asfaltta koşarcasına yukarıya kadar çıktı orada biraz dinlendi, sonra 20-30 metre yükseklikteki bu ince, ip ince, ip gibi ince garip yol üstünde fütursuzca yürümeğe başladı.

Telin ortasında durdu. Elini kolunu kaldırıp indirerek jimnastiğe başladı. Hele bir aralık telin üstünde bir metre kadar yükseğe zıpladı ve tekrar ayaklarının üstünde tele düştü. Canbazlıktan anlıyanların ifadelerine göre bu numara değme babayiğitin kârı değilmiş. Hakikaten de öyle… Tasavvur edin: 30 metre yüksektesiniz. İnce bir telin üstünde
duruyorsunuz. Sonra o yükseliğe de kanaat etmiyor, bir metre havaya sıçrıyorsunuz, düşüyor ve tekrar telin üstünde, muvazene halinde duruyorsunuz. Bu harikulâde bir şey…
-Şimdi tabuta girecek… Bu müjdeyi de gene meslekten anlıyanlardan, yahut Rıfat’ı daha evel görenlerden biri ortalardan bağırarak vermişti. Oralarda bir tabut peydahlandı, Rıfat iple bu manzarası bile soğuk sandukayı telin üstüne çekiyor. Bas bayağı tabut… Tabut telin üstüne çıktı. Rıfat bunu, usturuplu bir şekilde tele koydu ve sonra kalktı, onun içinde
yatıverdi. Bunu bana biri anlatmış olsaydı, inanabilir miydim? Tel, telin üstünde
tabut, tabutun içinde insan… Telgezer, bu defa telde yatan olmuştu. Samimiyetle alkışladık.

O indiği zaman yüzüne tekrar baktım: hiç de heyecanlı değildi. Yalnız biraz yorulmuşa benziyordu.
-Bunlar zannettiğiniz kadar mühim işler değildir, dedi, çalışmak meselesi…
-Telin üstünde daha başka ne işler yaparsın.
Rıfat, “yerde ne yapabilirsem!” der gibi bir hareket yaptı ve sonra
bize onlardan birini söyledi:
-Koyun kesere mi, dedi ama bu biraz masraflı bir numaradır, her gece
bir koyunu nereden buluruz? Artık canbaz sözünü hattâ “at canbazı” terkibi içinde bile pek
ihtiyatlı kullanmalı. Çünkü canbazlık zannettiğimizden çok daha güç, çok daha tehlikeli ve çok daha marifetli bir iştir.



Dicle Koğacıoğlu ve Kadriye Kılıç

$
0
0

Kadriye Kılıç adı belki hiç duyulmadı, belki de bir defa, abisi tarafından namusa halel getirdiği için Dicle nehrinde boğulduğunda. Dicle Koğacıoğlu ise namus cinayetleriyle ilgili yaptığı araştırmalarıyla değil, yaşamıyla da değil ama yaşamına kendisi son verdiği için duyuldu. Bu iki kadın için bu film çekilmiş, adı Dicle.


Yedi Samuray

$
0
0

Akira Kurosawa’nın Yedi Samuray isimli filmini üçüncü defa seyrettim. Film 1954′te çekilmiş, Kurosawa’nın ilk büyük işi sayılabilir galiba. Filmleri seyrederken bütün göndermeleri, alt metinleri anlayabilen biri değilim, bu sebepten uzun uzun film ta

nıtımı yazamam, harcım değil daha doğrusu. Yedi Samuray seyrettiğim ilk Kurosawa filmiydi yıllar evvel, çok çarpılmıştım, günlerce filmden sahneler gözümün önüne geldi durdu. Son seyrettiğimiz orijinal versiyonmuş, üç buçuk saat sürdü, nasıl geçtiğini anlamadık bile.

Kurosawa hakkında yazmaktan da imtina ediyorum esasen, söyleyebileceğim herhangi bir şey yeterli olmayacak çünkü. Belki birşunu diyebilirim. Dostoyevski’nin edebiyatta yapmaya çalıştığın tam karşılığı Kurosawa benim için. Aynı inceliklerin, aynı derinliğin, aynı basitliğin ve tüm insanlığın ortak derdi, kaderi olan aynı ruh durumlarının bir kısacık cümlede, fotoğrafta gösterilebilmiş halleri onların yapıtları.

Yedi Samuray‘ı seyredin, seyretmeyenlere önerin. Yine de Dersu Uzala‘nın yerini hiçbirşey tutamıyor, ama o da ayrı bir yazının konusu olsun.


Mavi Tren

$
0
0

1992′nin Ekim ayında Ankara’ya trenle gittim, cebimde henüz çıkarılmış öğrenci kimliğim vardı. Saat 11′de Haydarpaşa’dan kalktı tren. Beni geçirmeye çok kişi geldi. Şimdi hatırladığımda gülüyorum, o akşam çok gözyaşı döküldü ardımdan. Beni hiç sormayın, Eskişehir’e dek ağladım. Yanıma oturduğuna, oturacağına bin pişman olmuş olmalı bir kadın, kâğıt mendiller verdi durdu bana. Eskişehir’de indi. O inince ben de sustum.

Bu mavi renkli trene yıllarca bindim. Hep İstanbul’dan Ankara’ya gitmek için. Dönerken daha hızlı olduğu için otobüsle geliyordum. İstanbul’a bir an evvel varmak önemliydi çok. Şimdi düşününce, hatırıma her bir köşeden koşarak gelen onca anın olmasına şaşıyorum. Hiç kötü bir an yok trende. Yolculukların zamansız oldukları doğru galiba. Sanki yolculuklarda yaşanmıyor da, bir yere gitmekle tam zamanlı meşgul olduğundan herşey askıya alınıyor.

Hala öyle mi bilmem. Bu mavi trenlerin vagonları bir insanın yaşayamayacağı denli ısıtılırdı. Sadece gece ilerlediği için uyumuyordu onca insan. Sıcaktan ayık kalmaya imkân yoktu ki! Kilidi her daim kırık, termostatın yerini öğrenince, evdeymişiz edasıyla, kutusunu açıp, ısıyı düşürmeyi öğrendik zamanla.

Eskişehir’e yakın bir yerde hep rötar yapardı bu trenler. O sıcaktan kurtulmak için, son vagonun arka kapısına gidip taze havayı solumak adeti de edindik zamanla.

İşte yine böyle bir gece, yine o kapıya gittik. Kış mevsimiydi, ama Ankara’ya gittiğini bir daha hatırlayasın diye sanki, Eskişehir dolaylarında bütün hışmı, haşmetiyle soğuk olur kış (bu eminim hala böyledir). Kapıyı açtığımızda, her yerin karla kaplandığını gördük. Bilmem ne kadar uzağımızdaki ağaçlar, evler, yollar birbirinden zar zor ayrılıyordu. Havada karın aydınlığı, soludukça, karnımızda hissettiğimiz hava; uyuyan insanların, karın, gecenin sessizliği. Kara basmamak olmayacaktı. Niyetimi söylemeden, üç basamağın ilkini indim, eldivenlerim soğuk demire yapışayazdı. İkinci basamağı inecekken, şimdi artık nerede, ne yaptığını hiç bilmediğim arkadaşım koluma yapıştı, “dur” dedi, iki eliyle kavradı kolumu sonra.  Tren, bir köprünün üstünde duruyordu. Adımımı atıp, kara basacağım zannettiğim yer, bizden metrelerce aşağıda. Hep uzaklarda gördüğüm bütün o görkeme bakarken, adımımı attığım yere bakmayı akıl etmedim.

Ne güzel şey niyetine, “az daha ölüyordum” hikâyesi anlattım. Bu da böyle olsun. Aşağıdaki kartpostal, meşhur 1929 kışında Erenköy istasyonunda çekilmiş. Satılıyor bu, ama pahalıymış.

Hamiş: Söylemeyi unuttum. Bu yazıyı okurken şunu dinleyeceksiniz, karlar üstünüze yağacak, tren Eskişehir’de duracak (speyşıl tenks tu nilgün the harmonia).

Yazan: Kiraz (m.s.) Hanım


Sahra’da bir Akasya Ağacı

$
0
0

Ténéré Sahra Çölü’nün güneyinde yer alan çok büyük bir bölgenin adıymış, ben de bunu bugün, bir akasya ağacının peşinde koşarken öğrendim. Bu bölgenin hızla çölleşmesi hikâyesi de çok ilginç (ama o da ayrı bir yazının konusu olsun).

Sahra Çölü’nün burasında, tüm olumsuz koşullara rağmen 20. yüzyılın başına dek bir grup akasya ağacı varlığını sürdürmüş, sonra hemen hepsi kurumuş. İçlerinden bir inatçı olanı, tek başına hayatta kalmayı başarmış ama; ta ki 1973′e kadar. Öyle tek başına ki, kendisine en yakın bitki grubu, bazı kaynaklara göre 400 kilometre, bazılarına gire 200 kilometre ötede.

Çölün ortasında mihenk taşı haline gelmiş Akasya, kervanların yol belirleme noktası olmasının yanında elbette türlü hikâyeler de üretilmiş hakkında. 1938-39′da, beslendiği su kaynağına ulaşmak için Fransız askerleri Akasya’nın yanıbaşında bir kuyu kazmışlar. Böylece ortaya çıkmış ki, kökleri 40 metre derine gidiyor. Bu arada kuyuyu kazarken, çalışan kamyonlardan biri Akasya’nın en büyük dallarından birine çarpmış ve kırmış. Akasya onu da umursamamış, hayatta kalmış. Bu ayrıntıları şu kitaptan öğrendim.

Yüksekliği 3 metreyi bulan, tahminen 300 yaşında olan bu Akasya’nın sonunu sarhoş olduğu iddia edilen bir Libyalı kamyon şoförü getiriyor. Arabasının kontrolünü kaybeden şoför, koskoca çölde gidip, çarpmaya Akasya’yı buluyor, böylece ağaç devriliyor. Sonra Nijerya Milli Müzesinde götürüyorlar kuru gövdesini. Hala orada sergileniyormuş. Müzenin web sitesini aradım, bulamadım. Fransızcası olanlar, belki daha çok kaynağa erişebilir, Nijerya kaynaklarından da faydalanabilirler.  Son olarak, Akasya’nın yerine, metal bir heykel yapıldığını da ekleyeyim. İsmi belli olmayan bir sanatçı tarafından, varil, otomobil parçaları ve borulardan oluşan metal bir anıt yapılmış. Akasya’nın sonunun nasıl geldiğini hatırlatmak için, bu türden bir malzeme mi seçmiş acaba sanatçı? İşte bu fotoğraflar da önce ağacın kendisini, sonra da anıtını gösteriyor:

    

Derleyen: Fikriye Güzel


Seyyar Günahkâr

$
0
0

Burada yayınladığım bazı yazıların unutulmasına gönlüm hiç razı değil. Kendi yazdıklarım olsa yeniden yayınlamak cüretini göstermek istemezdim, ama bunlar gazete haberleri. “Seyyar Günahkâr” da görür görmez beni en çok çarpanıydı. Ara ara burada yukarılarda görürseniz bu kadını, idare edin. Mesela her 8 Mart’ta.

Haber, 11 Ağustos 1940′ta Hakikat gezetesinde yayınlanmış.

Seyyar Günahkâr
Bir kadın hakime hüviyetini böyle tarif etti

Polis, Sultanahmet Sulh Birinci caze hakiminin önüne iyi giyinmiş 35 yaşlarında bir kadın çıkardı. Hakim hüviyetini tespit ettikten sonra:

-Bahtiyar, dedi.Ne işle meşgulsün?
-Seyyar günahkarım efendim!
-Seyyar günahkar ne demek?
-İşte günahkarım efendim.
-Oturduğun yer yok mu?
-Bay hakim,bütün suallerinizin cevabını ilk cevabımla verdim: Seyyar günahkarım, yani…
-Yani şununla bununla geziyorsun öyle mi?
-Evet
-Sabıkan var mı?
-Evet, sarhoşluktan ve erkek dövmekten on kadar mahkumiyetim var.
-Demek sen rakı içer ve erkeklere dayak atarsın öyle mi?
-…
-Bak dün gece de Beyazıdda bi meyhanede içmişsin, meyhane sahibini de adamakıllı dövmüşsün, öyle iddia olunuyor?
-Evet o meyhaneye gittim. Şarab içtim. Sonra rakı istedim. Meyhaneci vermek istemedi. Ben de kendisine bir tokat vurdum. Ben kadınım, içki kullanırım. Fakat itidalimi de muhafaza ederim. Dükkan sahibinin erkeklere istedikleri kadar içki verip de benim isteğimi reddetmesi kadınlık izzeti nefsimi rencide etti. Herkesin kalbinde aslan yatar. Kadınla erkek müsavi haklara sahib değil mi? Davacı beni tahrik etti.

Hakim bundan sonra zabıt varakasını okudu. On sabıkası bulunan Bahtiyarın davacıya yalnız bir tokat vurmadığı, onun suratını yumrukladığı anlaşılıyordu. Bundan sonra hakim, şu kararı teefhim etti:

-Bahtiyar, sen sabıkalısın, ikametgahın da yok… Seni tevkif ediyorum… Şahidleri çağıracağım.

Jandarma Bahtiyarı tevkifhaneye götürdü.”

Aktaran: Kiraz Hanım


Viewing all 107 articles
Browse latest View live