Sana Lâyık Değilim Osman F. Seden’in 1966′da çektiği filmlerden biri. Başrollerde Sadri Alışık, Türkân Şoray, Gülbin Eray ve Önder Somer var. Aşağıda okuyacaklarınızı Sadri Alışık, Vahi Öz’e anlatıyor filmde, bir yandan rakı içiyorlar. Ekrem denilen kişi Osman karakterinin, yani Sadri Alışık’ın kardeşi. Bu filmin hepsi youtube’ta var, yalnız, bu kısmın dizilmiş hali sanmam ki herhangi bir yerde olsun. “Türkân aşkı buymuş demek” demiştim ilk seyrettiğimde. Başka hiç yolu yok, ya senarist, ya da her kimse bunu yazan, mutlaka o da aşıkmış Türkân’a. Çok muhteşem buraya yazdıklarım, filmin devamı da sürprizlerle dolu. Buyrun başlıyoruz:
-Yapılır mı abi, o kıza yapılır mı? Herşeyini ona borçlu be.
-Bilmez miyim eski halinizi ben. Ta şu kadardan tanırım ikinizi de.
-Ohoo bitaneydik o zamanlar be! Varsa yoksa Osman abisi. Analık, babalık, kardeşlik, hocalık, ne varsa benden gördü be! Anamdan babamdan kalan tek yadigâr. Yani üstüne titrerdim, sen de bilirsin. Hani Tonoz’un orda Hüsnü var ya, onun taksilerinde çalışırdık, koy oğlum. Ben gündüzcü, o gececi. Ee neme lazım eli açık adamdı Hüsnü. Birgün böyle yalvardım, Ekrem’in de altına bir araba çekti, tamam mı?
İşin altın devri o zamanlar, biz de hızlıyız ha. Korsanlık yok. Otel önü, Galata Rıhtımı hepsi bizde. Ne kadar seyahat şirketi varsa çivilemişiz. Kemiğin yağlısı önce bize düşüyor. Allah inandırsın, gün oluyor yevmiye yüzü buluyor.
Biz de önce façaları düzelttik diyorum yani ha. Hani tanımayan biri görse o sosyete Teomanlarından Erdinçlerinden biri zannedecek iyi mi? E ne de olsa gençlik, delilik, sonra bekârız da. Bir gün “Ali Efendi Dayı çağrıyor” dediler. Bizim pederle silah arkadaşıydı, yani beni de tanır ve sever yani, sizden iyi olmasın. Kızı Türkân acele Ankara’ya gidecekmiş bu imtihan davasına. Türkân dediğini de çocukken tanırım yani. “Bak hele” dedim “ya ne çabuk geçiyor zaman”. “Sana emanet” dedi Ali Efendi Dayı. Ya lafı mı olur emanet kız tabi ya.
Bir de baktım Türkân hii ay parçası gibi nutuk tutuldu böyle. Hani heykel olmuşum heykel, ev eşyası gibi kalmışım. “Kız ya sen bu kadardın” dedik demedik, atladık arabaya doğru. İki laf ettik baktım ağzından bal akıyor, yav yok böyle şey be. Hani o yolları, o Bolu Dağlarını geçtik mi, uçtuk mu nimete kör bakayım hatırlamıyorum ha. Ya beş saatte girmişim Ankara’ya. Sonra kız emanet ya gece attım iskemleyi kapısının önüne, iki paket de cigara, sabaha kadar oturdum iyi mi?
Ertesi gün verdi imtihanı atladı arabaya. Yav kız değil afet be. Hani giderken uçuyoduk ya, dönüşte kaplumbağa. Böyle otuz kırk kilometro diyorum. “Niye?” diye sordu birkaç kere, “bozuk mozuk” dedik, yersen tabi. Yol bitecek diye ölüyorum abi. Sonra bitti o yollar iyi mi? Kasımpaşaya geldik, elimi sıktı, “gene görüşelim” dedi, “teşekkür ederim, senin kadar tatlı, iyi bir insan görmedim” dedi. Böyle içimden bir şey aktı kalbime oturdu kurşun gibi. Sonra elini salladı. Allah kahretsin yani erkeklik olmasa ağlayacağım be. Üç, beş gün gelemedim kendime. Ya buram yanıyor abi, nah, direksiyon, yol, taş, viraj… Ya trafik memurunu Türkân görüyorum iyi mi? Sebepsiz yere doluyor gözlerim. Ne yemek, ne içmek. Durup dururken bir ağlama. Ölüyorum be!
“Noluyosun?” dedi Ekrem. “Hiç” dedim ama ısrar etse de anlatsam diye içim gidiyor. Sonra baktım üstelemedi, ben kendiliğmden döküldüm. Yani ihtiyaç abi anlarsın. “Bana bak” dedi Ekrem, “sen kim, o kim”. “Babasının yanında yirmi tane Osman çalışıyor” dedi, “kapısında on kişi nöbette” dedi. Ben de “onbirinci olurum” dedim yattım nöbete iyi mi?
Evden adımını atıyor atmıyor dışarı şak açıyorum arabanın kapısını Önce hık mık etti ama sonunda alıştı ha. Beni görür görmez vallahi yani böyle ışık ışık parlıyor gözleri öl desin öleyim abi, anlatılmaz ki abi anlatılmaz ki. Efendilik, güzellik, nezaket, alçakgönüllülük. Ya kağıt helvası yiyor abi var mı böyle şey. Ne istersen onda ha. Ali Efendi Dayı’ya bahsetmiş benden bir gün, “babam seninle görüşmek istiyor” dedi. Böyle kalbim ayağımın dibine yuvarlandı ölüyorum zannettim. “İster misin?” dedim, hani olacak şey değil ama, ne demişler ümit fakirin ekmeği ye memet ye.
Böyle çarpa çarpa ettik sabahı, şak damladım oraya. Ondan sonracıma böyle baktı baktı, sonra çıkardı otuz bin lira attı önüme, “araba al kendine” dedi, “yavaş yavaş ödersin bana” iyi mi? Ya ben onun arabasında değilim, kapıldım mı bir ümide. “Beni beğendi” diyorum Allahım. Yani bir ara kapansam ayağına, “ölüyorum” desem, “ölüyorum Türkan’a” be. “Ya acıyın bana, bütün ömrümü” desem, “yani onu mesut etmekle, çalışmakla, sevmekle desem” yani böyle yani, Allah be!
“Hadi be” dedi Ekrem, “bakalım kız seni ister mi?” Ama ben kafama koydum açılıcam kıza. Geçtim aynanın önüne abi, saatlerce talim ediyorum. Bütün fiyakalı lafları yazmışım romanlardan Hani Nerime Kadir, Mahmut Mesat Bozkurt, hepsini ezberlemişim. Tam gidicem geldi mi askerden bir celp. Ne o bilmem kırk beş günlük tekamül kursu varmış. Kurs takar mı aşkı maşkı. Hadi ben cihet-i askeriyeye.
Arabayı bıraktım Ekrem’e, “oğlum göz kulak ol şuna” dedi, ama tam aldım bavulu “Ali Efendi çağrıyor” dediler, haber geldi. Tabi ben de ne yapayım, çaresiz Ekrem’i götürdüm, “kardeşimdir” dedim, “hani ben ne isem o da odur” dedim, “namusludur” dedim. E tabi biz böyle vasiyet edince yani “kardeşim” falan deyince akan sular durdu tabi.
Fakat abi asker ocağında vakit nasıl geçti ne oldu bilmiyorum, hatırlarsam ölünü göreyim. Yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum ne
oluyor bilmiyorum abi. Sonra bir üsteğmenimiz vardı yani sizden iyi olmasın, erkek mi erkek yani. Bir gün böyle dalıp gitmişim elimde de Türkân’ın resmi.Üsteğmen geldi, resmi aldı elimden, baktı baktı, sonra böyle yani bir tuhaf oldu çocuk. Böyle durdu durdu, sonra dedi ki bana “oğlum” dedi “erkek adam ağlar mı be ağlar mı erkek adam?” Ben de tabi “üsteğmenim” dedim “ağlar da sızlar da bu ne davadır bilirsin” dedim, tabi o çocuk da bir kalp taşıyor yani, resmi verdi, kendi gitti, benim askerlik de bitti zaten.
Tak ben hemen kahveye. “Merhaba, Ekrem nerde?” filan dedim, herkes kendi dalgasında. “Yav Ekrem, yoksa?” dedim “arabaya mı bir şey oldu, yoksa Ekrem’e mi bir şey oldu?” “Valla birşeyi yok abi” dediler. “Yani uğramaz oldu” dedi kahveci iyi mi? Baktım pis Feriıdun kıskıs gülüyor. “Ulan sen herşeyi biliyorsun” dedim, yapıştım yakasına. Arkadan birisi “dur” dedi ve elime bir davetiye sıkıştırdı: “Oğlumuz Ekrem Gürbüz ile kızımız Türkan Selman’ın bilmemne tarihinde Kasımpaşa Ünsal aile salonunda nişan nişan…” Birden buğulandı etraf, hiçbir şey göremez oldum. Sesler şekiler karıştı, su serpmişler suratıma. Böyle kahvecinin otomobilin anahtarını uzattığını gördüm. “Ekrem bırakıp gitti” dedi. “Hiçbir şey söylemedi mi?” dedim. Söylememiş, sadece çekmiş, gitmiş.
Haftası geçti geçmedi kaybettik Ali Efendi Dayı’yı. Toprağa verildiği gün gördüm ikisini de. Türkân boynuna sarılmış ağlıyordu. O yüzüme bile bakamadı kaçırdı hep gözlerini. Bir an göz göze geldik, yandaki kahveyi işaret ettim.. Çektim insanın kıt allahın bol yerine, ellerime kapanacak oldu, tükürdüm suratına, “yapma” dedi köpek gibi yalvardı, acıdım. “Ulan birşey istemem senden, sadece iyi bak ona” dedim. “Bir incittiğini göreyim kardeşim demem gebertirim” dedim, vurdum vurdum vurdum.
Sonra, sonra kız kaldı mı sana kimsesiz. O senenin Mart’ına evleneceklerdi. Önce çarşıdaki dükkânları sattırdı biçareye, sonra Piyale’deki evleri, daha sonra babadan kalma köşkü. Kız kira evine çıktı. Düğün için yaptırdığı elbiseyi sandığa kaldırdı. Ne yapsın? Bugün tapu, yarın garaj, öbürgün arabalar, belediye, otobüsler, gene garaj garaj… Uyuta uyuta bu hale getirdi kızı…”